Welcome to Our Website

Altın Portakal iptal edildi: Polemik başladı…

Tunca Arslan’ın “Altın Portakal’da ne oldu?” başlıklı yazısı şöyle:

“Altın Portakal’ın tarihine, Cumhuriyetin 100. yılında, 60. yaşını kutlayamamak da yazıldı.

Daha önce, 1979’da sansür ve 1980’de 12 Eylül darbesi nedeniyle gerçekleştirilemeyen festival, bu yıl da “Kanun Hükmünde” adlı belgeselde FETÖ propagandası yapıldığı gerekçesiyle başlayan kriz üzerine iptal edildi ve ülkemizin en köklü film festivali bir kez daha karanlığa gömüldü. İşlerin içinden çıkılamaz hale gelmesinde festival yönetiminin, Antalya Belediyesi’nin, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın büyük katkıları olduğu da çok açık.

Belgeseli seyretmedim; seyredenler, filmin FETÖ’cülerle alakasının olmadığını, KHK nedeniyle işini kaybeden (biri sonradan görevine dönmüş) iki solcunun hikâyesinin anlatıldığını belirtiyor.

Öncelikle belirtilmesi gereken nokta, FETÖ propagandası yapılması için ille de FETÖ’cülerin hikâyesinin anlatılması gerekmediği. Propagandanın bin bir yolu var. FETÖ bu işleri iyi bilir, bugüne dek sürekli olarak elverişli “solu” kullandı ve propagandalarına alet etti. Belgeselin yönetmeni Nejla Demirci’nin şu günlerde bile hâlâ FETÖ ağzıyla tivitler atması, filminin “bütün KHK’lıların” mağduriyetini anlattığını belirtmesi, krizin başından beri FETÖ’cü hesapların açık desteğini alması, adeta bir karine oluşturuyor. Bir solcunun FETÖ’yle birlikte anılması büyük bir utanç nedeni olması gerekirken, Demirci’nin böyle bir hassasiyetinin olmadığı, tam tersine dayanışma duygusunu harekete geçirdiği görülüyor.

BAKANLIĞIN SORUMLULUĞU
Öte yandan, bakanlığın da bu işte büyük sorumluluğu ve ihmali mevcut.

Altın Portakal’ın Ulusal Belgesel Film Yarışması Yönetmeliği’nde katılım şartları belirtilirken, 12. maddede şöyle yazıyor:

“T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ilgili birimlerince verilmiş Kayıt-Tescil Belgesi varsa başvuru belgelerine eklenir. Diğer durumlarda Sinema Yasası ve Yönetmeliklerinde belirtilen ilgili gösterim mevzuatı geçerlidir.”

Eski adıyla Eser İşletme Belgesi, yeni adıyla Kayıt Tescil Belgesi, bakanlığın ilgili kurullarının verdiği, asıl olarak film sahibinin fikri mülkiyet haklarını koruyan ve bir “denetim” sürecinin sonunda verilen bir belge.
Altın Portakal, yarışmaya katılabilmek için bu belgeyi şart koşmuyor ama belge yoksa, Sinema Yasası ve yönetmeliklerde belirtilen mevzuata gönderme yapıyor. Oraya doğru gittiğimizde de karşımıza Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hazırladığı “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ve diğer ilgili hükümler çıkıyor. Bu noktada da açık biçimde “Ülke içinde üretilen veya ithal edilen sinema filmlerinin, ticarî dolaşıma ve gösterime sunulmasından önce kayıt ve tescile de esas teşkil edecek şekilde değerlendirilmesi ve sınıflandırılması yapılır. Değerlendirme ve sınıflandırma sonucunda uygun bulunmayan filmler, ticarî dolaşıma ve gösterime sunulamaz” gerçeği yer alıyor.

SANSÜR YOLU
Söylemek istediğim, “Kanun Hükmünde” belgeselinin bir biçimde bakanlığın ilgili kurullarının önünden geçmiş olması gerekir. Başından beri hukuki sorunlarla, çekim izni verilmemesiyle, ifade özgürlüğütartışmalarıyla vb. gündeme gelen, Anayasa Mahkemesi’nin bir kararına konu olan bir belgesel için aksi pek düşünülemez. Değerlendirme ve sınıflandırması yapılmamış filmler hakkındaki yaptırımın yalnızca “18 yaş üstü”ibaresiyle gösterimle sınırlı tutulması, bu olayda çok basit kalmaktadır ve inandırıcı değildir. Bakanlık bu filmi ya denetimden geçirmemiş ya da film “görüldüğü” ve denetlendiği halde festival üstünde siyasi baskı kurmayı tercih etmiş ve sansür yoluna başvurmuştur.

Panik içinde, çelişkili açıklamalar yapan; yakın geçmişte yaşanan, örneğin 2014’teki benzer krizden hiç ders çıkarmamış, ön jürilerin aynı zamanda “festivalin sağlığını” da koruması gerektiğinin bilincinde olmayan bir festival yönetimi ve hiçbir çözüm aramadan Altın Portakal’ı bir çırpıda gözden çıkaran belediye de cabası…

FETÖ’den başka sevinenin olmadığı bir süreç ve sonuç, bu anlamlı yıldönümünde Altın Portakal’ın sepete değil, çöpe atılması!”

Yasin Durak’ın “Bize Altın Portakal filan demeyin!” başlıklı yazısı da şöyle:

“Çığırdık… İlk günbatımından bu yana çığırdık ki “çığırtkanlık” bir histeriden; paranoyak vesveselerden habis iftiralara yol alan bir meşrebin hoşnutsuzluğuna indirgenmiş bir histeriden başka bir şey değildi “bazıları” için. Öyle ki miladî 2010’a tekabül eden o ikinci günbatımını bile yeni bir tan kızıllığı sanıyorlardı. Feodal saplantıların post modern muhakemelerle onandığı o günlerde tasdik edildi yobazlığın “demokrasi” vesikası, avamın üstüne çöken zifir ciddiye bile alınmadı. O kadar da olacaktı ne de olsa, Batı demokrasilerinin çoğunda da zaten birikim rejimi neo-liberal değil miydi? Varsın emekçiler sefaletin sancısıyla himmet kültürüne merbut kılınsın, iki lokma ekmek derdindeyken tevekkülle uyuşsun, hatta tanrı inayetini bile burjuva iktidarda bulsun. “Onlar” zaten umutsuz vaka değil miydi o “bazıları” için. Sanki “kültüre” ihsan olmak “onların” haddine miydi?

Biz o ilk günbatımının “çığırtkanları” olanlar, görüyoruz ki tam da o “bazıları” şu günlerde, rastlantı eseri düştüğü adada direğe bağlanmış beyazlar gibi hissediyor kendilerini hala, sanki etraflarında yamyamlar dans ediyor. Uzaydan gelmiş gibi ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlar. Olan şeyi biz milyonuncu kere söyleyelim: Alt yapı üst yapıyı belirler! Evvela proletaryanın üzerine çöken o akışkan zifir, tunçtan yapıldığı sanılan sosyete mabetlerine de ulaşır böyle sonunda…

***

“Kültürel iktidar olamamak!” Erdoğan’ın bu şekvası yüz farklı şekilde yorumlandı. Açıkçası kültür kavramını tahkik etmek göründüğünden zor olduğundan konu hakkında konuşan ve yazan pek çok kişi beyhude ihtiraslara kapıldı son dönemde. Kafalar çok karışık.1

Evvela anlaşılması gerekiyor ki sınıflı toplumlarda “kültürel iktidar” diye bir şey antropolojik olarak yoktur, yalnızca bölünmemiş toplumlarda; komünal oluşumlarda “kültürün iktidarı” söz konusudur, onu da kimse sahiplenemez. Sınıf egemenliği hiçbir zaman “kültür” üzerinde mutlak anlamda “muktedir” olamaz, fakat tüm sivrilme güzergâhlarında onunla “muhatap” olmak zorundadır. Sınıf iktidarının “kültür politikası” dediğimiz şeyin özü de budur, egemenlik hem mübadil hem de muharip biçimlerde kültürel alana sirayet etmek, kendi ayırıcı sığasını gizlemek, ayrıksılığını inkâr etmek ve hükmettiği kolektif varlıkla özdeşleşmeye çalışmak zorundadır.

Bu minvalde, son dönemde yanlış yorumlanan kavramlardan biri de “kültürel hegemonya”. Egemenlerin bir dünya görüşüne dayanan ideolojik tatbiklerle kendi sınıfsal çıkarlarını genel-ortak çıkarlar gibi göstermesini ifade eden “hegemonya” kavramından farklı olarak, “kültürel hegemonya” kavramı bu dünya görüşüne dayalı tutum ve davranış kalıplarının boyunduruk altındaki insanlar tarafından “kendiliğinden” yeniden üretildiği toplumsal süreçleri açıklar. Haliyle kültürel hegemonya da kültür üzerindeki yekûn bir iktidar tasarrufunu ifade etmez. Yalnız saray rejiminin uzun dönem belirli bir kesim üzerinde hayli etkili olan kültürel hegemonyasının son yıllarda sönümlenmekte olduğu tahlili -yanlış değişkenlere dayanarak yapılsa da- geçerli bir tahlildir. Fakat bunun nedeni tek başına insanların iktidardan uzaklaşması filan değil, bilhassa Gezi Direnişi’nin ardından iktidarın kültür politikalarında yaptığı taktik değişikliklerdir.

Kültürel hegemonya illa ki farklı kültürel temayülleri kapsamaya yönelik tutarlı bir dizge olarak “hegemonik kültürün” zahmetli yeniden üretimini ön gerektirir. Bu nedenle -her ne kadar yalnızca rıza üretmeye değil aynı zamanda baskıyı da onamaya yarasa bile- hegemonik kültür önünde sonunda insanlara “tekliflerle” yaklaşarak genişler. Buna karşın iktidarın son yıllardaki taktik referans dizgesi haline gelen “hâkim kültür” ise farklı kültürel temayülleri dışlayarak, hatta öğüterek yol aldığından, onlara galebe çalmak üzere daha dar bir kapsamı baskın kılma çabasını ihtiva eder, yani bu sefer insanlara “tehditlerle” yaklaşır. İşte gündelik göreneksel yordamlara taarruzunda “folklorik tahakkümü” tetikleyen bu kültür politikası, sanatsal-entelektüel üretimlere yönelik aşikâr bir sansürcülüğe ve yasakçılığa bürünür. Nihayet evvela alt sınıflardan başlayarak piramidin tepesine doğru uzanan bir “kültür kırım” çıkar ortaya!

***

İşte bu “kültür kırımdır” ki on yıldır üst sınıfın seküler tayfası tarafından ısrarla göz ardı edildi. Üretim düzleminde emek rejimini saran “hâkim kültür” kamu bürokrasisine, sağlığa, eğitime, tüketime ve dahi yaşamın örgütlenmesine sirayet edip memleketi cehenneme çevirirken kendi korunaklı alanlarında bulunanlar “bize bir şey olmaz” sandılar. İçki zamları ve yasakları günaşırı artarken bazıları sofralarında şarap gurusu olmaya soyunadursun, inşaat işçisi Ahmet abi ucuz yollu sahte rakıdan zehirlenip öldü. Bazıları steril ortamlarında istediği gibi giyinip kuşanırken belediye otobüsüne binmeye mecbur kalan Hatice’ye her gün laf atıldı. Hasanlar Hüseyinler işsiz kalmamak için Alevî olduklarını gizlemek, hatta patronlarıyla yahut müdürleriyle camiye gitmek zorunda kaldı. KHK’lılar açlıkla terbiye edilirken biz “çığırtkanlar” “bu terörist/Fetöcü” yaftası kalıcılaşır” dedik, o “bazıları” için ise “ama OHAL koşulları, olacak o kadardı”. Pandemide deli saçması yasaklar nedeniyle alt sınıf müzisyenler aç kalıp intihar ederken “yahu salgın önlemi, hepimiz hasta mı olacaktık”. Ki biz “çığırtkanlar” o yasakların da kalıcılaşacağının farkındaydık. Festival yasakları, medeni kanun derken şimdi “kültür kırım” üst sınıfın dokunulmazlığını da tehdit eder hale geldi işte. Evcilleştirilmiş podyum muhalifliğinin belki de en “köklü” burjuva mecrası olan Altın Portakal bu kargaşaya dayanamadı. Sanırım “bazılarının” anlaması gereken şey de berraklaştı bu vakada: Öyle jürilerden çekilmekle filan olmaz, bize Altın Portakal filan demeyin, podyumdan inip yanımıza, sokağa gelin! “

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir